28 Kasım 2020, 13:26 tarihinde eklendi

Samuel Beckett Absürt Tiyatronun Başyapıtı Godot'yu Beklerken İle Ne Anlatıyor?

Samuel Beckett Absürt Tiyatronun Başyapıtı Godot'yu Beklerken İle Ne Anlatıyor?
Samuel Beckett (1906 – 1989), ana dili İngilizce olmasının yanı sıra adeta ikinci ana dili Fransızcayı da çok iyi biliyordu. İlaveten; yazar İrlanda doğumluydu ve 22 Aralık 1989’da öldüğünde ise kalbi Paris’te durmuştu. Tüm bu ülkeler çeşnisi bile onun adeta ne kadar karmaşık bir karaktere sahip olduğunun izlerini verir gibidir. Samuel Beckett, doğduğu yüzyılın tipik bir yazarı olarak karşımıza çıkar.
 
 
Nedir? Stefan Zweig’a inandığı Avrupa değerlerinin artık yerle yeksan olduğunu düşündürüp Brezilya’da intihar kararı aldıran, Albert Camus’a “Cehennemin kapıları, çığlık atan o son masumla beraber üzerimize kapandı,” mealinde cümleler söylettiren bir çağdır 20. yüzyıl. İki dünya savaşı, bu ikisinin arasında cereyan eden İspanya İç Savaşı, ardından Soğuk Savaş ve Soğuk Savaş’ın ardından gelen diğer harpler…
 
Samuel Beckett çağının tanığı olan bir yazar olarak tüm bu savaşlar gerçekleşirken hayattaydı ve saydığımız & sayamadığımız diğer yazarlar gibi o da varoluşun geri dönülemez bir şekilde parçalanıp durduğu düşüncesine eğilim gösteriyordu. En meşhur eseri, absürt tiyatronun da ilk büyük örneği olan Godot’yu Beklerken’de tüm bu eğilimlerinin ve fazlasının izlerini görmek mümkün. Ancak oraya gelmeden önce; Samuel Beckett edebiyat maratonuna şiirle başlamıştı. Daha sonra deneme, nesir derken de romana sıçramıştı. Son aşamada ise tiyatro yazarlığına doğru yolculuk yapmış ve bu alanda da Godot’yu Beklerken başta olmak üzere birçok büyük esere imza atmıştı.
 
 
Metinlerini şöyle bir tarayıp inceleyen uyanık her okur fark edecektir ki; Samuel Beckett’in hemen her metninde bir araf görülür. Nedir bu arafın muhtevası peki? Savaşlar ve buhranlar çağı olan 20. yüzyıl geçmiş asırların değerlerinin yerle yeksan edildiği bir yüzyıldır. Samuel Beckett’e ve birçok yazara, aydına, düşünüre göre o güne değin bilinen varoluş değerlerinin tümüyle ortadan kalkması, geçerliliğini yitirmesi ile mimlenen bu yirminci yüzyıl artık geçmişle arasındaki değer ilişkisini koparmıştı. Son darbeyi indiren ise, geçmişle bağları kopmuş bu yüzyılın geleceğe dair değerler de üretememesi olmuştu.
 
Böylece Samuel Beckett’in karşısına, içinde bulunduğu dünyanın karmaşası, cılızlığı içerisinde, yaşadığı bile meçhul edilgen insan tipi çıkmıştı. Samuel Beckett’in tüm metinlerindeki esas derdi de budur; edilgen konumdaki insan. Ayrıca yazar, insanın dünyanın vazgeçilmez varlığı olduğunu, burayı “yeryüzü” yaptığını düşünür ve buna rağmen tıpkı diğer canlılar gibi neden ölüme yazgılı olduğunu sorgulamaya girişir. Madem “yeryüzünü” inşa eden varlık benim, o halde neden diğer canlılar gibi ben de ölümlüyüm? Samuel Beckett’in yoluna taş koyan soru tam da bu olmuştur. Dolayısıyla, yazdığı metinlerin hemen hepsi bu ikilem arasında ortaya çıkan bir başkaldırı niteliği taşır: Çaresizliğin isyanı ve öfkesini.
 
Nesirlerindeki insanlar genel olarak “oradan gelip geçen” aylaklar, avarelerdir. Ne çevresine ne kendisine bir etkide bulunabilen, dünyayı değiştirmekten âciz bir yaratıktır bu aylaklar. Godot’yu Beklerken’deki dörtlüden ikisi Vladimir ve Estragon da mal mülkten, zamandan, mekândan soyutlanmış, rüzgârda savrulan poşetler gibi oradan oraya sürüklenen tiplerdir. Yazarın meşhur roman üçlemesindeki “Malone Ölüyor”, “Molloy” ve “Adlandırılamayan” eserlerinde de bir yok oluşun öyküsü anlatılır. Peki farklı birçok edebi türde kalem oynatmasının sebebi nedir Samuel Beckett’in?
 
 
O, kullandığı bir dil (veya üslûp diyelim) biçimini tekrarlamaz. Bu nedenle, her kullandığı dil & üslûp biçimini geride bıraktıkça seçenekleri azalır, azalır, un ufak olur. Romandan tiyatro oyunları yazma aşamasına geçişinin ardında da bu yalınlaşma hâli vardır. Bu açıdan; dil ile yapabileceği her şeyi tamamlayan Samuel Beckett, tiyatro ile kendisine yeni bir alan açar. Nedir o alan? Görsellik ve işitsellik! Yazar, burada da edilgen konumdaki insanları anlatmayı sürdürür. Bunun en meşhur örneği de tabii ki Godot’yu Beklerken oyunudur. Dili handiyse minimum düzeyde kullandığı bu eserinde yazar, dört karakter yaratmıştır.
 
Demin de bahsettiğimiz Vladimir ve Estragon birbirlerine denk tipler olup avare, aylak, serserilerdir ve arkadaşlardır. Bir gün bir yol kenarında karşımıza çıkan bu iki karakterin bulunduğu yol kenarı, mekânsal olarak asla verilmez. Bu da yazarın zamandan ve mekândan bağımsız, edilgen ve belki de silik karakterler yaratmasına hizmet eder. Bu iki arkadaş, Güneş’in batmaya yaklaştığı “zamanda”, akşam karanlığı ortaya çıkana dek Godot’yu bekler. Sonra Güneş batar ve Godot’nun gelmeyeceğini anlayan Vladimir ve Estragon, oradan ayrılırlar. Ertesi gün yine Güneş batadururken gelip Godot’yu bekler ve Güneş battığında beklediklerinin gelmeyeceğini anlayıp dönerler. Oyun iki bölüm olmasına rağmen, bir tekrarlar dizisi ile teşekkül eder. Bu iki başıboş tip, yol kenarına gelir, Güneş batana dek Godot’yu bekler, beklenenin gelmeyeceğini anladıklarında ise geri dönerler.
 
 
Oyundaki diğer ikiliyi oluşturan karakterler ise Pozzo ve Lucky’dir. Pozzo, Lucky’nin efendisi ve yani Lucky de Pozzo'nun kölesidir. Lucky, efendisi Pozzo ne derse onu yapar. Bu bakımdan; ikili ilişkilerle başlatılmak üzere tüm iletişim biçimlerindeki “tahakküm”ün simgesini burada görebiliriz. Gaddar bir anne ile savunmasız bir çocuk, zalim bir koca ile medetsiz bir kadın, umursamaz bir patron ile ezilen bir işçi… Godot’yu beklemeye yazgılı olan Vladimir ve Estragon ise dediğimiz üzere birbirlerine eşittir. Vladimir insanın düşünsel & duygusal yanlarını temsil ederken Estragon daha hayvani, vahşi yanlarımızı simgeler. Öyle ki Vladimir, kendi kafasındaki düşüncelerden, yüreğindeki duygulardan ötürü acı çekerken Estragon’un ayakkabıları ayağına vurur ve o da hep bu bedensel durum karşısında acı çeker. Peki oyunu okuyan, izleyen sayısız insanın sorduğu o sorunun yanıtını bulmalı mı? Godot kimdir ya da nedir?
 
İlk etapta God (Tanrı) kelimesi ile benzerliği dolayısıyla Godot ile kastedilenin yaratıcı, ilahi ve aşkın bir varlık olduğu görüşüne meyledilebilir. Ancak Samuel Beckett şahsen bu yargıda aceleci biri değildir, zira geçmiş değerlerle arasında sayısız görünmeyen uçurumun olduğu yirminci yüzyılda, savaşlar birbiri ardına gerçekleşirken yazar “Tanrı’nın terk etiği insan” düşüncesine oldukça yoğunlaşmıştır. Bu nedenle, spesifik ve nokta atışı bir yorum yapmanın ötesinde Godot’yu “beklenen ve gelmeyen her şeyin simgesi” olarak da tarif etmek mümkün.
 
 
Bu beklenen ve gelmeyen her şey ise insanlara, toplumlara, ülkelere, zamana, mekana ve benzeri koşullara göre değişkenlik gösterebilir. Bu oyunla ilgili en kapsamlı çalışmalardan birine imza atmış, benim de bu içerikte çokça istifade ettiğim Türk tiyatro yazarı, eleştirmeni, akademisyen ve çevirmen Ayşegül Yüksel şunları aktarır: “Beckett’in yapıtlarındaki özel isimlerin genellikle bir anlam çağrıştırması nedeniyle, Godot sözcüğü 'God' (Tanrı) olarak yorumlanmış ve bu Godot adlı 'kurtarıcı'nın 'Tanrı' olduğu düşünülmüştür. Bu arada oyunun Fransızca adı olan Attende de Godot, Simone Weil’in Attende de Dieu (Tanrı’yı Beklerken) adlı yapıtını da yankılıyor olabilir. Ancak yarattığı kişilere ilginç isimler vermesiyle ünlü olan Beckett’in –anlatı yapıtlarında 'bisikletin' çok sık kullanılması nedeniyle- 'Godot' adını bisiklet yarışçısı Godeau’dan almış olduğu da söylenebilir.”
 
Oyunu en içselleştirebilmiş kitlelerden birinin ise mahkûmlar olduğu söylenebilir. 1957 yılında Amerika San Francisco’daki San Quentin Hapishanesi’nde sahnelenen oyunla ilgili mahkûmların yaptığı yorum şöyle olur: “Hapisten çıkıp özgürlüğüme kavuşacağım günü bekliyorum.” Beckett’in Paris’teki bir avangart tiyatro için yazdığı bu oyunun genç & yaşlı, sivil & mahkûm sayısız insanın bu denli ilgisini, teveccühünü kazanması da edebiyat tarihçilerinin, tiyatro eleştirmenlerinin hala cevaplamak için kolları sıvadığı bir sorudur...

BİR CEVAP YAZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Doldurulması zorunlu alanlar işaretlendi *