13 Aralık 2020, 21:41 tarihinde eklendi
ANDA KALMAK
-Şu sürekli denize bakıp gülen adam değil mi?
-Hüsnü mü? O evet, çok tuhaf bir adam; çocukluğumdan beri biliyorum. Mahalleli meczup diyordu; o gün meczup ne demek diye baktım; deli demekmiş, adam deli işte.
-Deliliği ne peki?
-Hiç kimseyle konuşmaz, sabah erkenden buraya gelir, güneş batana kadar denizi izler. Güneş battıktan sonra da tekrar eve döner. Bazen bir şeyler fısıldar kendi kendine; genelde anlamsız şeylerdir.
İki genç, Hüsnü’ye doğru yaklaştılar. Hüsnü, gelen gençleri fark ettiyse bile oralı olmadı.
“Hüsnü topu atsana oğlum.” 9-10 yaşlarında bir çocuk ellerini açmış, Hüsnü’ye doğru el sallıyordu. Hüsnü elindeki topu arkadaşına, arkadaşı da topu yakalayarak önünde duran çocuğa doğru fırlattı. Çocuk topu yakalamak için ellerini açtı ama geç kalmıştı; sert Mikasa marka top göğsüne çarparak yere düştü. Hüsnü ellerini kaldırarak bağırdı “Bize bir puan size sıfır.” Arkadaşı koşarak Hüsnü’ye sarıldı. “Çok iyi pastı Hüsnü helal olsun sana be! Yakar top oyununun Hagi’sisin adeta.” Hüsnü gülümsedi. O yaz Galatasaray UEFA şampiyonu olmuştu Haftaya Süper kupa maçı olacaktı. Çocuklar kendilerine futbolcuların isimlerini vermeyi seviyorlardı. Hüsnü’nün her yaz olduğu gibi en yakın arkadaşı yine İstanbul’dan gelmiş Mahmut’tu. Mahmut’ların evi Hüsnü’lerin evinin hemen yanındaydı. Bu yaz sonuna kadar daha önceki yazlarda olduğu gibi hiç ayrılmadılar. Yazın sonuna gelindiğinde ise Mahmut yine kapıda belirmişti. “Hadi” dedi Hüsnü’ye, “Deniz kenarına yürüyelim son kez.” Deniz kenarı mekanları daha yeni açılmıştı; birinde Santana’nın ‘Maria Maria’ isimli şarkısı çalıyordu. İki küçük çocuk buranın karşısında olan bir palmiye ağacı saksısının kenarına oturdular. “Biz bir daha buraya gelmeyecekmişiz Hüsnü” dedi Mahmut hüzünlü bir yüz ifadesiyle. Hüsnü arkadaşının yüzüne baktı. “Neden oğlum, neden gelmeyeceksiniz?” Mahmut gözyaşlarını tutsa da gözleri ıslaktı. “Annem ve babam boşanacaklarmış. Onlar boşandığında yazlığı da satacaklar. Annem dedi geçen gün bir daha gelmeyeceğiz diye.” Mahmut’un gözlerindeki yaşlar Hüsnü’ye de sıçramıştı. “Saçmalama oğlum gelirsiniz yine. Hem telefonlaşırız. Takma kafana. Hem belki ben gelirim İstanbul’a biraz daha büyüyelim de.” Mahmut bu sefer burnunu çekerek gülümsedi. “Kankayız değil mi?” Hüsnü burnunu çekerek cevap verdi. “Sonsuza kadar.”
-Neden böyle olmuş ki peki? Hüsnü’ye bakan genç adam yanındaki genç kadına sordu.
-Bilemiyorum ki diye cevap verdi genç kadın. Belki de…
“Yalnız bu şarkı çok güzelmiş. Sen bütün şarkıları ezbere biliyor musun?” Genç kadın yanına yaklaştığı Hüsnü’ye sordu. Hüsnü gülümsedi. Birasından bir yudum alarak bardağı barın üstüne bırakıp kadının kulağına doğru eğildi “Aslında bir kısmını sallıyorum. Melodiyi ezberlersen sözlerine benzetecek şekilde dudaklarını hareket ettirebiliyorsun bir süre sonra. Hem nakaratını biliyorum tabii Suppermassive black hole işte.” Kadın kahkaha attı. “Evet tahmin etmiştim. Buraya geldiğimizden beri seni izliyorum ve yaklaşık on, on beş şarkı çaldı ve hepsine eşlik ettin.” Hüsnü gülümsedi. “Adın ne?” Genç kadın gülümsemeye karşılık vererek “Güneş ya senin?”diye cevap verdi. “Hüsnü ben de. Hadi gel benimle.” Hüsnü bir elinde bira bardağı diğer elinde Güneş’in elini tutarak insan kalabalığının içerisinden ilerledi. Güneş “Nereye gidiyoruz?” diye sordu. Hüsnü, “Bir saat kaybetmişiz zaten. Daha fazla zaman kaybetmeyeceğimiz bir yere gidiyoruz.” Güneş gülümsedi. Aralarından geçtikleri her insan gülümsedi. Sokağa çıktılar. Barlar sokağı içerisinde ilerleyerek ara sokaklardan kumsala ulaştılar. Kumsal sokağın tüm selerini kum taneciklerinin arasına hapsetmiş gibi sessizdi. Hüsnü elindeki bira bardağını Güneş’e uzattı, güneş bir yudum aldı. Hüsnü, “Saçların nedeni ile mi adını güneş koymuşlar?” diye sordu sapsarı saçlarını kastederek. Genç kadın gülümsedi. “Bilmem ki. Sen ne koyardın benim ismimi?” diye cevap verdi. Genç adam, “Tablo koyardım.” diye cevap verdi. Genç kadın güldü. “Neden tablo peki?” Hüsnü, Güneş’in elini tuttu, birasından bir yudum aldı. O sırada Güneş’in telefonu çaldı. Hüsnü cevap ver şeklinde eliyle işaret etti. “Tamam geliyorum.” diyerek kapattı telefonu Güneş. “Ablamlarla gelmiştik, başka yere geçeceklermiş yanlarına gitmem gerekli.” Hüsnü gülümsedi, bira bardağını uzattı. Genç kadın bir yudum daha aldı. Hüsnü’nün yanağına bir öpücük kondurdu. Tam giderken sorusunu hatırladı. “Neden tablo?” Hüsnü şerefe der gibi bira bardağını havaya kaldırdı. Çünkü o güneş gibi saçlarının altındaki deniz gözlerine dünyanın en güzel tablosunu izliyormuşçasına saatlerce bakabilirim.” dedi. Güneş gülümsedi. “Yarın yine geleceğiz.” dedi. Hüsnü cevap verdi. “Ben de.” Sadece kış ortasına gelene kadar devam edecek bir yaz aşkının temeli atılmıştı böylece. Sonrası rüya gibi bir yazın sonuna yamanmış kıskançlık tartışmaları dolu bir sonbahar ve son bir ziyaret ile çalınmış bir terk ediliş şarkısı.
-Belki de ne? diye sordu genç adam.
-Belki de yalnızlık onu bu hale getirmiştir. Mahalleden dediklerine göre annesi…
Hüsnü sahilde tek başına aldığı köpek öldüren şarabını içiyordu. “Sen benim duyduğum en güzel melodiydin ama ben senin sözlerini ezberleyemedim.” dedi kendi kendine, şaraptan bir yudum aldı. Serin hava vücudunu titretirken döktüğü göz yaşları içini ısıtıyordu. Tam bu sırada telefonu acı acı çaldı. Hüsnü bir süre tanımadığı numaraya baktı tanımadığı için açmamaya karar verdi. Ancak üçüncü kez arayınca açmak zorunda hissetti. Telefonu kulağına götürdüğünde gelen kelimeler o kadar acıydı ki Hüsnü’nün kulağını yaktı. “Hemen geliyorum.” dedi hızlıca kalktı ve sahilde koşarak ilk önce barlar sokağına çıktı, oradan caddeye geçen ilk taksiyi durdurdu. “Merkez Hastahanesi’ne” diyebildi. Taksi yaklaşık on dakika içerisinde hastahanenin önüne gelmişti. Taksiciye parayı uzattı, üstünü bile beklemeden koşarak hastahaneden içeri girdi. Resepsiyonda oturan kadına “Seher Yıldız” diyebildi. Kelimeler çıkarken ağzının ne kadar yandığını hissetti. Kadın, “Neyi oluyorsunuz?” diye sordu. Kısık bir sesle “Oğlu.” diyebildi Hüsnü. Verilen numaraya doğru koşarcasına gitti. Telefonun diğer ucundaki annesinin patronu olan adam ameliyathanenin önündeki bankta oturuyordu. Hüsnü’yü görünce ayağa kaltı. “Nerede? Nasıl?” Adam gözleri yere bakarak konuşmaya başladı. “Bir kaç gün önce düşmüştü. Bugün bayılınca hastahaneye getirdim. Beyin kanaması geçirmiş. Apar topar ameliyata aldılar.” Adam, Hüsnü’nün omzuna elini koydu. “Merak etme iyi olacak.”
Altı günlük yoğun bakım süresinde Hüsnü hiç ayrılmadı hastahaneden. En sonunda doktor yanına gelip gülümseyerek annesini görebileceğini söylediğinde dünyanın en mutlu insanı olmuştu tekrar. Annesinin yanına girdi. Annesi ona bakıp gülümsedi. O kadar güzel bir gülümsemeydi ki bu “İşte şimdi bahar geldi” diye geçirdi içinden Hüsnü. Annesinin elini tuttu. Annesi çok yavaş bir şekilde “Sen süzülmüşsün oğlum, yemek yiyorsun değil mi?” diye sordu her annenin kendinden önce çocuğunu düşüneceği şekilde. Hüsnü “Yiyorum anne merak etme.” diye cevap verdi. Annesi o kadar güzeldi ki baharı tüm benliğinde hissettiriyordu Hüsnü’ye. 3 gün sürdü bahar sonra hiç bitmeyen kış musallat oldu Hüsnü’nün ruhuna. Doktorun o gelişi, pıhtı atmış deyişi ve kurtaramadık demesi. Kış ruhuna öyle bir çöreklendi ki bir daha tek bir kelime duymadı kimse Hüsnü’nün ağzından.
-Annesini kaybettikten sonra tamamen içine çekilmiş, tek kelime etmemiş. Her gün sabah erkenden buraya gelir, akşama kadar gülümseyerek denizi izler. Sonra da akşam güneş batınca eve gider.
-Yazık ya dedi genç adam.
-Yazık gerçekten diye cevap verdi genç kadın.
“O yaşlarda son denen şeyin varlığına inanmaz bir yarımız. Hani hiç kimse ölmeyecek, hiç bir sevgili terk etmeyecek ya da hiç bir arkadaşlık bitmeyecekti. Anda yaşıyorduk küçükken, gençken. Keşke anı tüketmek yerine anda kalabilseydik.” dedi içinden Hüsnü; çünkü ölenle ölmüş, terk edenle terk etmiş, gidenle gitmişti. Elinde kalan tek şey ise o güzel anlardı.
BİR CEVAP YAZ