20 Kasım 2020, 21:57 tarihinde eklendi

Hamdi'nin bir garip hikayesi

Hamdi'nin bir garip hikayesi
Çölün ortasında kalmış, yalnız bir adamdı Hamdi. Hamdi’nin elinden her iş gelirdi, en azından insanlar öyle derdi. Sırf bu yüzden terk etti mahallesini ve kendi çölünü kurdu. Çöl dediğimiz de öyle aşırı uzakta değil, her insanın içinde büyüttüğü kadar yakında bir çöldü. Artık elinden bir iş gelsin istemiyordu. Yürümek istiyordu; tabanları yarılana, kanayana kadar yürümek. Yürüdü de… Belki dünyayı çevreleyecek kadar yürüdü. Her gece ayakları kanayarak yatıyor ama sabahları hiçbir şey olmamış gibi; sanki bir gün önce o kadar yürümemiş gibi sapasağlam uyanıyordu. Kendi çölünün Prometheus’uydu adeta. Bu durum canına tak ettiğinde 27. gün olmuştu bile.  Hamdi’nin bir özelliği de yoktan var etmekti; ama bu gücü sadece kendi çölünde çalışıyordu. Yoksa Hamdi’ye sorsanız yoktan var etmektense vardan yok etmeyi tercih ederdi. Bir gün küçük bir çocuk “Neden insanlardan bu kadar nefret ediyorsun?” diye sormuştu. Çocuğun yaşı küçük olsa da sorduğu soru belki bin yıllıktı. “Büyüdüğün zaman öğrenirsin.” diye cevap vermişti Hamdi; gülümseyerek, biraz da geçiştirerek. Sahi öğrenmiş miydi acaba o çocuk? Hamdi’nin geçiştirmesinin sebebi aslında cevabı kendisinin de bilmemesiydi. İnsanlara olan nefreti büyüdüğü zaman ortaya çıkmıştı. Küçükken sigaradan nefret ederken büyüdüğünde günde iki paket içen bir tiryakiye dönüşmüştü. “Acaba hep bu kadar zıt mıydı ‘Çocukluk’ ve ‘Yaşlılık’?” Kendi sorduğu soruya kendisi cevap verdi. Cennetten kopup dünyaya gelen bir insan gibi düşünmek gerekli; ananın rahminin rahatından çıkıyorsun, her insanda o rahmin rahatlığını arıyorsun. Kimi rahimler dikenli, kimi soğuk, kimi sert. Zamanla sen de dikenleniyorsun, soğuyorsun ve sertleşiyorsun. Zamanla derken bir de zaman var tabii. Zaman aktıkça insanlar da akıyor; her bir insan kum saatimizdeki bir kum taneciği aslında. Bazen geliyor tıkanıyor o kum saati. Alıyorsun sallıyorsun, o tıkayan insan da gitmiş. Sonunda bir bakıyorsun her insan başka bir yerde toplanmış, senin elinde ise camdan bir yalnızlık var. Camdan dediğime bakma avucuna alıp sıksan tuz ve buz olur.  Ama ne gereği var ellerini kanatmaya. Küçük çocuk yanında beliriyor “Hay” diyor Hamdi. Bir an duruyor sonra umursamadan devam ediyor, “Hay benim yoktan var etmelerim.” Çocuk gülümsüyor. Bir görseniz ayın önüne gelen bir bulut ayın şualarını dağıtır ama güzel bir görüntüdür ya. İşte öyle bir gülümseme; güzel ve geçici; aynı dünyadaki her şey güzel şeyin olduğu gibi. “Bir büyü o zaman görürsün” diye içinden geçiriyor Hamdi. “Büyüdüm ya” diye cevap veriyor çocuk. Hamdi bir an afallıyor. “İçimden geçirmedim de dışımdan mı söyledim acaba?” diye düşünüyor. Çocuk yine gülümsüyor. Ayın önünden yine bulut geçiyor. “E senin içindeyiz ya. Yıllarca uğraşmadın mı bu çölü yaratmak için? Her kumu tane tane kendin işlemedin mi?” Çocuk, Hamdi’nin omzuna elini koyuyor; çocuk şimdi Hamdi’nin boyunda. “Doğru” diyebiliyor Hamdi. “Ben yarattım.” Karşıda bir restoran var. “Aç mısın?” diye soruyor Hamdi. Çocuk cevap veriyor. “Senin kadar.” Hamdi bu cevaba bozuluyor. Kendi çölünü yedikçe daha da acıktığı geliyor aklına; aynı Goya’nın tablosunda kendi yavrusunu yiyen Titan gibi. Restorana giriyorlar. Bir kadın var; restoranı o işletiyor. Nereden geldi, nasıl geldi bu çöle belli değil ama kadını görmekten memnun oluyor Hamdi. Kadın, “Nasıl yardımcı olabilirim?” diye gülümsüyor. Gülümsemesi ayın önündeki bulutları dağıtıyor, ay ışığı giriyor restorandan içeri; Edison’a inat edercesine. “Ne varsa getirin lütfen.” diyor Hamdi. “Karnımız aç.” Kadın bir on dakika sonra bir tas ve bir tabakla geri geliyor masaya. Tasın içinde çorba var belli; mis gibi kokuyor. Kadın, tası gülümseyerek çocuğun önüne bırakıyor. Tabak var diğer elinde; tepeleme kum dolu bir tabak. Tabağı Hamdi’nin önüne bırakırken “Her zamanki size özel spesiyalimiz.” diyor. 
Çocuk gülümsüyor, “Tanıyor musun onu?” Hamdi, kadının arkasından bakarken afallıyor. Kadın gittikçe ay ışığı önünden çekiliyor; şimdi restoran yine karanlık. Hamdi çocuğun sorduğu soruyu aklında çevirirken önündeki tabaktan bir kaşık alıyor. Kumu çiğnedikçe o iç gıcıklayıcı ses çıkıyor. Kumun bir kısmı ise ağzından dışarı doğru dökülüyor. Ama Hamdi aç; aç olduğu için bir kaşık daha alıyor, bir kaşık daha, bir kaşık daha. Tabağın sonunu kazıyor, kendi hayatını kazır gibi adeta. Kadın yine ay ışığı ile geliyor ve tabak ile kaseyi alıp, ay ışığıyla gidiyor. “Tanıyorum.” diyor Hamdi. “Sen de tanıyacaksın zamanı gelince.” Çocuk yüzünde şaşkın bir ifade ile bakıyor bu sefer. “Bilmeceleri sevmem biliyorsun değil mi? Hiç sevmedim.” Bu sefer gülümseme sırası Hamdi de. “Bilmez miyim? Ben de hiç sevmiyorum belirsiz cevapları. Ama şimdi düşünsene ben sana söyleyeceğim o kadının kim olduğunu; ne zaman, nerede tanışacağını. Bir heyecanı kalır mı hiç? O an ile bu an bir olur işte o zaman. Sen de bırakırsın çorba içmeyi, kum yersin her gün benim gibi.” Çocuk bu sefer kızgın bir şekilde, “İyi be söylemezsen söyleme.” Hamdi söylemiyor.
 
Yıllar geçiyor, Hamdi ölüyor. Kum her yanını kaplıyor, kumla mumyalanıyor. Cenaze töreninde izdiham gibi bir yalnızlık var. Çocuk artık büyümüş bir şekilde Hamdi’nin gömüldüğü tepeciğin önünde bekliyor. “Sayende saatin kaç olduğunu anlayabilirim.” Çocuk sesin geldiği yöne döndüğünde hayatı boyunca gördüğü en güzel kadın ona gülümsüyor. Kadının onu güneş saatine benzetmesine önce alınıyor, sonra alınmaktan vazgeçip gülümsüyor o da kadına. “Öldü demek, oysa bana hep ölümsüz gelirdi. Yakını mıydınız?” Kadın konuştukça dünyanın en güzel melodisini dinliyor sanki çocuk. “Evet yakını sayılırdım, ama bir o kadar da uzağıydım.” Kadın gülümseyerek “Siz de onun kadar ilginç cümleler kuruyorsunuz. Bir insan başka bir insana nasıl hem yakın hem de uzak olur ki?” Çocuk gülümsüyor ama cevap vermekten daha çok Hamdi gibi bilmeceli konuştuğuna odaklandığı için sessiz kalıyor. Sessizlik olduğu sırada çocuk içinden bağırıyor. “Konuş, ne olur konuş diye. Bu sessizlik öldürecek beni.” Kadın daha fazla dayanamayıp “Ne iş yapıyorsun“ diye soruyor çocuğa. Çocuk düşünmeden cevap veriyor bu sefer; çünkü bazen düşünürsen cevap veremezsin. “Yaratıyorum.” Kadın bu cevaba kahkaha atarak, “İlahi, ne yaratıyormuşsun bakalım sen?” Çocuk göğsünü gere gere etrafı gösteriyor. “Bütün bu çölü onunla beraber yarattım ben.” Sonra da sırf konuşma devam etsin diye “Ya sen ne iş yapıyorsun?” Kadın gülümsüyor, “Şu ilerideki restoranda çalışmaya başladım ben de bugün. Eski Hanım artık ayrılmaya karar vermiş çölden. Kum ciğerlerine iyi gelmiyormuş.” Güneş gidip yerine ay gelene kadar konuşuyorlar. O gece bulutsuz olacak; pırıl pırıl gökyüzü. “İstersen restorana uğra bir şeyler yersin.” diyor kadın. Çocuk gülümsüyor. “Bu arada hiç sormadım adın neydi?” diye devam ediyor kadın. “Hamdi” diyor artık çocuk olmayan. Akşam uğrarım. Kadın ilerlerken gümüş ay ışığı kadını takip ediyor. 
 
“Tanıyor musun?” diye soruyor çocuk.
“Tanıyacağım.” diye cevap veriyor Hamdi.
 
İkisi restorana doğru giden ay ışığını takip ederken çölde bir kum tepesinde bir ağaç filizleniyor.

BİR CEVAP YAZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Doldurulması zorunlu alanlar işaretlendi *